AKIL, GÜÇ, ŞANS

İnsan yaşamı hangi biçime bürünürse bürünsün, hep birbirine benzer. İnsanın başına gelen olaylar; inişler, çıkışlar, mutluluklar, heyecanlar, acılar ne kadar çeşitli olursa olsun hepsi aynı hamurdan yoğrulmuştur. Yaşam bir kaleydoskop gibidir. Her döndürüşte başka bir şey görürüz, ama elimizde tuttuğumuz hep aynı şeydir.İnsan yaşamına etki eden üç önemli şey; akıl, güç ve yazgıdır. Bence yazgı akıl ve güçten bile daha fazla etkindir. Yaşamımız içindeki çabalarımız; ki bunlar yıkıcı ya da yapıcı olabilir; bizi nereye götürürse götürsün yazgının rüzgarı gidebileceğimiz yönü belirler.Yazgının gideceği yön rastlantının etkisi altındadır. Yaptığımız seçimlerle yazgımızın birinden vazgeçerken bir diğerine doğru gideriz. Bu nedenle rastlantının eline düşmemek için çabalar dururuz. Sonsuz seçeneklerin önümüzde durduğu ve bir labirenti andıran yaşam, kaçırılmış mutluluklar ve çağrılmış mutsuzluklarla doludur. Kendi yaşamımızın akışı salt kendi yapıtımız değildir. Tamam, rastlantının elinden kurtulmak olanaksızdır; ancak bundan daha acı olan ufkumuzun sınırlılığıdır.Geleceği göremeyiz ve yalnızca görebildiğimiz; içinde yaşadığımız şu andır. An ise; dürtülerimiz, önyargılarımız ve geçmiş yaşam dinamiklerimizin etkisi altında doğru dürüst gözlemlemekten uzaktır. Yönümüzü gözlerimiz tamamen kapalı, el yordamı ile buluruz.

Yaşamımızın büyük yollarında, başlıca adımlarında doğru olanın açık bilgisi ile değil, varlığımızın en derinlerinden gelen içsel bir itkiye göre davranırız. Daha sonra her ne yaptıysak bunu; edinilmiş toplumsal normlar, kişisel önyargılar, korkular ve sonu gelmeyen sevgi ve onay ihtiyacımızın baskısı altında tekrar değerlendirir ve çoğunlukla kendimize haksızlık ederiz. Zaman haklı olanı, doğru davranışı ortaya çıkaracaktır. Bu nedenle yaşlılık döneminde gerçek bir yargılama yeteneğine kavuşuruz. Böylece mutlu bir yaşlılık bir çok durumda imkansız hale gelir.

Rastlantı denilen şeyin etki alanının ne kadar engin ve derin olabileceğini göz önünde bulundurmak gerekir. Olası tehlikeler karşısında takınmaya çalıştığımız tavır, aldığımız önlemler, yaptığımız fedakarlıklar ön göremediğimiz bir zaman diliminde anlamını yitirebilir. Biz ise feda ettiğimiz şeyleri yitirmekle kalmaz, yitirdiklerimizin boşluğu içinde bir yön belirlemeye çalışırız. Bu nedenle geleceğe müdahaleden kaçınmalı, rastlantı denilen güvenilmez aşığımızın hareketlerini hesaba katmalı ve kara fırtınaların içindeyken bile soğukkanlılığımızı koruyabilmeliyiz. Bu kara fırtına sürerken; yani yaşamın şu veya bu acısını çektiğiniz bu dönemden geçerken her sıkıntının belli bir zaman diliminde etkisini sürdüreceğini anımsamak gerekir. Eğer biz zamandan öndelik ister, yaşamı zorlar ve kara fırtınalardan hemen, şimdi kurtulmak istersek bunu ileride mutlaka öderiz. Örneğin; bir ağaç mevsiminden önce çiçek açmaya ve meyve vermeye zorlanabilir, ama bunu yaparsak ağaç kısa zamanda kuruyup ölecektir. Ruhumuz hastalandığında, yorgun düştüğünde bu acıyı sükûnet ve olgunlukla çekip yaşamayı bilirsek, belki de hiç iz bırakmadan arınıp düzeleceğimiz ferah bir yaşama kavuşabiliriz. Ancak acıyı göz ardı eder ve mutlu olmak için yaşamı zorlayıp öndelik talep edersek, mutlaka bunu ödeyeceğimiz bir gün gelecektir. Gelecekle ilgili düşünmek gerek; ama neyin olabileceğini düşünmek ve neyin olduğunu düşünmek arasındaki farkı unutmadan.

Gelgelelim dünya görüşümüze. Dünya görüşümüz çocukluk yıllarının etkisi altında belirlenir. Edindiğimiz bilgi ve deneyimler dünya görüşümüz içinde yer alan belli başlı sınıflamaların oluşmasına neden olur. Bundan sonra öğrendiklerimiz bu sınıfların içini doldurmak içindir. Dünya görüşümüzün içeriği, derinliği ya da yüzeyselliği çocukluk yıllarında oluşur. Zamanla bu görüş işlenir ve revize edilir, ancak özünde hiç değişmez.
Çocukluk nasıl geçerse geçsin tatlı bir hüzün ile anımsanacak pek çok anı vardır. Bence bunun en önemli nedeni çocukken; yalnızca gözlemci olarak dünyaya bakmamızdır. Karşımızdaki her şey eşsiz ve büyüleyicidir. Önümüzde bir cennet gibi duran dünyaya bakarken içimizde filizlenen yeni, yepyeni bir duygu gelir. İsteme, sahip olma arzusu. Böylece bu cennet dünyanın diğer yüzünü de görmeye başlarız. İsteme arzumuz hiç bitmez ve isteme-gerilim-yatışma denkleminde çok zaman kaybederiz.
Çocukluk döneminin hoş bir duygu ile anımsanmasının altında yatan bir diğer neden ise çocuklukta herkesin birbirine benzemesidir. Bu benzerlik büyük bir uyum sağlar. Renk, cinsiyet, cinsel kimlik, fiziksel özellikler, zeka düzeyi, inançlar çocukları birbirinden ayırıp uzaklaştırmaz. Bir çocuk diğerini yalnızca bir çocuk olarak görür. Ergenlikle birlikte farklılaşmalar başlar ve giderek büyür. Farklılaştıkça azalırız.Artık beklentilerimiz vardır. Bu beklentilerle yaşamın bize sundukları arasında fark vardır elbette. Hoşnutsuzluk böyle başlar. Yaşamın boşluğu ve insanın sefilliği bilgisi yavaş yavaş aklımıza nüksetmeye başlar.
Yaşamdan beklentilerinin başında olan genç bir insan yaşamının ilginç bir roman gibi geçmesini ister. Bu konuyu anlatan Amerikalı yazar Kurt Vannegut isabetli bir gözlemde bulunmuştur:

İnsanlar ilk çocukluk yıllarından itibaren olağanüstü hikayeler, masallar, edebi romanlar ve idealize edilmiş süper kahramanlarla büyümüşlerdir. Bu nedenle genç bir insan yaşamının da hikayeler gibi olabileceği beklentisi içindedir.

Örneğin; Sindirella’nın hikayesi : Izdırap dolu bir hayatla başlıyor her şey. Sonra ansızın bir baloya davet ediliyor. İyilik perisinin ona verdiği bir elbise ve pabuçlarla baloya gidiyor. Prensle dans ediyor. Gece sona erdiğinde büyü bozluyor. Sindirella sıkıntı dolu yaşamına geçirdiği güzel gecenin anısı ile tekrar dönüyor. Sonrasında ise gerçek aşkı bulduğunu düşünen yakışıklı, zengin ve iyi kalpli prens Sindirella’yı diyar diyar arayıp buluyor ve sonsuz mutlulukla yıkanıyorlar.
Bu hikayeyi herkes sever. İnsanlar da yaşamlarında bunu bekler dururlar.
Bir başka hikaye daha; tipik bir felaket hikayesi:
Sıradan bir yerde, sıradan bir gün başlar. Fakat küçük, masum bir kız bir kuyuya düşer. Herkes çocuğu kurtarmak için seferber olur. Bu acı, zaman karşısında verilen savaş aralarındaki ilişkinin bozuk olduğu insanları bile ortak bir amaç doğrultusunda birleştirir ve yakınlaştırır. Sağlanan dayanışma ile küçük kız çocuğu kurtarılır. Her şey düzelir. Eskisinden bile daha iyi olur.İnsanlar bu hikayeye de bayılırlar. Bu yüzden hep böyle bir yaşam hayal edip dururlar.

Sorun şu ki; gerçek yaşam böyle değildir. Yaşam normalde olması gerekenle akar gider. Belki biraz aşağı, belki biraz yukarı. Çoğu kez kayda değer bir şey olmadan.
Bu nedenle insanlar yaşamlarına heyecan katmak için birçok yol dener. Spor yapar, kulüplere üye olur, bir şeyin savunucusu gibi davranır, bilimle uğraşır, sanatsal faaliyetlere yönelirler. Aşklarını büyütmeye, acılarını derinleştirmeye, hazlarını sürdürmeye çabalarlar.Kimileri banal bir senaryo yazar kendine. Sıradan, dingin, kontrollü, inişleri çıkışları olmayan, sakin ve tekdüze. Kimileri ise daha trajik bir yol izler. Aslında bu seçim geçmişte, çocukluk yıllarında yapılır. Şimdinin gerçeğinde yapabileceğimiz tek şey yazgımızda varsa bu seçimin nedenini anlamaya çalışmaktır. Eğer senaryomuzun nedenini anlayabilecek kadar şanslı isek senaryoyu yırtıp yaşamın kontrolünü elimize geçirebiliriz.
Böylece elimizin uzanamadığı yerlere bile aklımızla ulaşabiliriz. Diğer insanlara tek bir bakışla anlatabileceğimiz ve bir çoğunun ismi bile olmayan birçok duyguyu içimizden bulup, yalnızca o anı yaşamak için çıkartabiliriz.Yorulduğumuzda, bıktığımızda, yenilginin tam kıyısında durduğumuzu hissettiğimizde sadece sevdiğimiz bir insana sarılarak kendimizi iyileştirmeyi öğrenebiliriz. Eğer senaryoyu yırtmazsak, kendimize ulaşamazsak, sesimiz ve kelimelerimiz ruhumuza değmezse ve bir daha kimseye gerçekten dokunmayı beceremezsek, korkarım sonsuz bir boşluğa doğru düşeceğiz.