KENDİNİ HEP YALNIZ HİSSEDENLER İÇİN
Gecenin çok geç ya da sabahın çok erken bir saatinde doğanın ışığını yakalıyorum içimde. Deniz durgun , dünya sakin. Hayat daha güzel. Yaşamak zorundayım diyorum kendi kendime. Çünkü dünya beni seviyor. Ne zaman esenlik ve teselliye ihtiyaç duysam denize, dalgaların sesine doğru gittim. Çünkü doğa her zaman şaşırtıcı, yeni, taze…
Çocukluğum,
Sınırsız oyun günleri.
Sınırlı özgürlükler.
Büyüme çabası.
Kulaklarımda gerçek hayatın sesleri.
İlk yaşantılarımın da yerinde duramayan, haraketli mi hareketli, oyuna; özellikle de sokak oyunlarına düşkün bir çocuktum. Bu nedenle gündüzleri çok yorulurdum. Gün bitip de benim için uyku saati geldiğinde kolayca, bir yerde bırakıverirdim uykuya kendimi. Bazen evin bir köşesinde oyun oynamaya devam ederken, bazen annemin dizlerinin üstüne uzanmışken, bazen televizyonu izlerken. O yaşlarda kolayca teslim ederdim uykumu benden büyüklere. Beni alıp daha rahat uyuyacağım yatağıma doğru taşırlardı kucaklarında. Ben de hiç tedirgin olmaz, kucaklandığımı hissetsem bile devam ederdim mışıldayan uykuma, rüyalarımdaki hikayenin kahramanı olmaya…
O zamanlar oyunun sadece çocukluğa ait olduğuna inanır, yemeklerimi yiyip annemin-babamın sözünü dinleyerek daha hızlı büyüyeceğimi düşünür ve artık oyun oynama ihtiyacı hissetmeyerek hayat için önemli şeyler yapan bir yetişkin olacağıma inanırdım ya da inandırılmıştım.
Çocukluğun ilk büyük kandırmacası. İnsanlar ne kadar büyürlerse büyüsünler oyun oynamaktan vazgeçmiyorlar. Elbette çocukluk oyunları gibi, yetişkin oyunlarının da kuralları var. Bu kurallar daha doğar doğmaz ebeveynler tarafından çocuğa aktarılır. Çocuk bunu alır. İçselleştirilir. İleride gün gelir, bu bilgileri nasıl edindiğini bile hatırlamaz. Kendine ait sanır. Anne ya da babaya olduğunda bir yaşam bilgisi gibi bilgece aktarır kendi çocuklarına. Böylece kuşaktan kuşağa aktarılan bu bilgilerle hayatımızı nasıl yaşayacağımız belirlenmeye başlar. Tüm seçimlerimiz ilk çocukluk yıllarının etkisi altında belirlenir. Neye nasıl, ne kadar sevineceğimiz, neye ne kadar üzüleceğimiz, neyden korkacağımız, ne kadar başarılı olacağımız, kendimizi ne kadar seveceğimiz, diğerlerini nasıl algılayacağımız çok önceden belirlenmiş durumdadır.
Çocukluk günleri geçmişte kaldı. Çünkü çocukluk geçicidir. Tıpkı aşk gibi, hastalık gibi, mutluluk gibi. Aynı zamanda gerçektir de. Geçici olması gerçekliğini etkilemez. Ölümlü olduğumuz halde biz de gerçek değil miyiz? Çocukluk bittiğinde yalnızca bitmiş olur. Bizler gibi. Aşk gibi.
Belki de kabul edemediğimiz geçiciliğin kendisidir. Belki de bu yüzden zamanla didişip duruyoruz. Her şeyi zamanla tartıyoruz. Zaman yitip gittikçe, elimize kalan küçüldükçe , biriktirdiğimiz duygular büyüyor. Özellikle de tedirginliklerimiz, korkularımız, hayal kırıklarımız.
Uyku saatleri…
Zamanın hızla yittiği savunmasızlık anları. Şimdi çocukluğumdaki gibi hiçbir uykuya kayıtsızca bırakamıyorum kendimi. İçimde hep bir tedirginlik. Sanki daha yapmam gereken çok şey var. Sanki derin bir uykuya dalarsam en büyük korkularım gerçeğe dönüşüverecek.
Bu nedenle ne zaman umarsızca bir öğlen uykusunun ılıklığına kendini bırakmış birini görsem, gıpta ile bakarım yüzüne, göz hareketlerine, vücut kıvrımlarına. Uyandırmaya korkarak uzaklaşırım yanından. Güvenin verdiği keyif , başkası için bile olsa sürsün isterim.
Yaşadığımız zamanın başat bir niteliği var: Tek başınalıktan korkma. Çünkü yalnız olmak kişinin toplumsal bir başarısızlık içinde olduğunun işareti gibi algılanmaktadır. Çünkü insan elinden gelse (ah bir gelse keşke) hiç yalnız olmazdı. Bu yüzden şimdinin modern insanı yalnızlığını örtmek için çevresinde çok uyaran istiyor. Bu uyaranlar ister televizyon olsun ister çalışma hayatı ister sosyalleşme kulüpleri. Bu birbiri ardına eklediği meşgalelerle bilinçaltında yatan yalnızlık korkusunu arındırmaya çalışıyor. Bilin ki tüm çabalar nafile…